Soytarı
O çağlarda babasını kaybetti. Onun için büyük bir kayıp değildi. Zaten ona şarap parası çalmaktan bıkmıştı. Hırsızlık ona göre değildi. Sevmiyordu çalmayı. Karnını doyurmak için bile olsa!
Kayboluyordu kalabalıklarda, kimse onu görmüyordu. Bundan şikayetçi değildi. Koca dünyada küçücük bir adam sessizce dolaşıyordu.
Hiç plan yapmıyor, açılan kapılardan giriyor ve hayatını devam ettiriyordu.
Bahar gelirken ülkenin Kralı bir şenlik düzenleme kararı aldı. 7 gün 7 gece eğlenecekti insanlar. Yemekler bedava, içkiler bedava, kadınlar bedava... Güzel bir 7 gün olacaktı Tan için; çünkü karnı ilk defa rahat bir şekilde doyacaktı. Kadınlar mı? Onu hala ilgilendirmiyordu.
Eğlencelerin 6. gecesiydi. Meydanda bir evin çatısına çıkmış, yemeğini almış insanları izleyerek karnını doyuruyordu. Şarap ise aklını başından alıyordu. Gecenin geç vakitleri yaklaşırken birden bir hareketlilik başladı meydanda. Herkes kendine çeki düzen veriyordu. Kral geliyordu!
Şarap Tan'ın aklını başından aldıkça kendi kendine gülmeye hatta kahkahalar atmaya başlamıştı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu! "Kral benimmmm!! Bu dünyanın Kralı benimm!!!! Heyyyy, uşak bana şarap getir!!!! Et getirr!!! Et bulamazsan but getirrrr!!!! Yaşasın Kral!!!! Çok yaşayayım!!!!" herkes şaşkındı. Çatılardan bir ses geliyordu; ama kimse yoktu. Kral ise meydanın ortasında sinirli bir şekilde çatıları gözden geçiriyordu. TAKKKK!!!! diye bir gürüldü ile Kralın arabasının üstüne bir şey düştü. Ve "Kral benimmmm!!!" nidaları tam o noktadan devam etmeye başladı. Kral çevik bir hareketle arabanın üstüne çıktı (halk tedirgindi) ve kahkahalar atmaya başladı. Kral hayatında ilk defa böyle gülüyordu, böyle mutluydu! Herkes sustu! Kral ellerinin arasında çuval gibi bir şey kaldırdı, konuşan bir çuval! Çuval Kral! Kral o gür sesiyle "SOYTARIII!!! Ahahahahaha, işte bizi şaşkına çeviren Soytarıııı!!! Artık sen benim Soytarımsın!!" diyerek Tan'ı himayesine aldı. Gerçekten çok şanslıydı. Başka biri olsa kafa tası şarap çanağı olurdu...
Tan sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Olanları anlattılar. Tedirgin oldu, korktu! Ama sonradan Kralla yüz yüze gelince hayatında ilk defa böyle mutlu oldu. İlk defa içten gülüyordu ve Kralını güldürüyordu. Artık o Kralın Soytarısıydı, neşe kaynağı.
Yıllar birbirini kovaladı. Tan, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu çünkü hayatının en güzel yıllarını yaşıyordu. Ama hayat her zaman güzelliklerini sunmuyordu. Bir kış günü Kral hastalanarak öldü ve yerine oğlu geçti. Oğlunun ilk işi ise gülmeyi yasaklamaktı! Artık Tan'a Krallıkta yer yoktu. Ya kellesi kesilecekti ya da gidecekti. Kralının ölümünden sonra ölmek için can atan Tan bunu gerçekleştirecek cesareti kendinde bulamadı ve ölümden kaçtı... Belki de artık hep kaçacaktı, her şeyden kaçacaktı...
Yakın bir ülkenin Kralı cenazeye geldiğinde Soytarıyı gördü. Onun ne kadar neşeli biri olduğunu biliyordu. Ölen Kral zaten zaman zaman bahsederdi Tan'dan diğer arkadaşlarına. Yeni Kralın gülmeyi yasaklandığını öğrendiği zaman ise Soytarıyı kendine almak istedi. Biraz konuşmadan sonra soytarı yeni krala verildi. Sadece üç altına...
Tan hiç böyle üzülmemişti. Bir maldı artık. 3 altınlık bir mal. Ama elinden gelen bir şey yoktu. Büyükler ne derse oydu. Hayatı zaten onun değildi artık, yaşama sevinci iyice körelmişti; ama yine gülmeliydi yine güldürmeliydi.
Yeni evine bir türlü alışamadı. Çok yabani geliyordu ona burası. Yeni kralını hiç sevmedi; çünkü zor gülen, ukala ve hizmetkarlarını aşağılayan biriydi. Kendisine de çok kötü laflar söylüyordu; ama Tan'ın yapabileceği bir şey yoktu; çünkü köleydi. 3 altın değerinde bir köle.
Zaman istesekte istemesekte akıp gidiyordu. Zevk aldığınız anlar bir çırpıda geçerken bizi üzen anlar ise geçmek bilmiyordu. İşte bu üç senede böyle geçmek bilmedi soytarı için.
Tam üç yıl olmuştu ve ölüm iyice beynine işliyordu soytarının; çünkü her gün içi kan ağlarken gülmek, güldürmek canından can alıyordu. İşte böyle günlerden birinde kralın 3-4 senedir ülke dışında olan kızının ülkeye geri döneceği haberi alındı. "Yine bir suratsız daha geliyor!" diye düşündü soytarı. Geleceğe, geleceklere hep karamsar bakıyordu artık; çünkü umutlanmasını gerektiren hiç bir gelişme olmuyordu hayatında.
Hazırlıklar pür dikkat devam ederken Tan'da yapmacık gülüşler atmaya devam ediyordu. Ve büyük gün geldi çattı. Prenses artık krallıktaydı. Halk coşku içinde bu kişiyi karşılıyordu. Bayram havasında şarkılar söyleniyor, yemekler dağıtılıyordu. İlk 2-3 gün ortalığa çıkmadı Prenses. İşte buda suratsız, ukala biriydi öngörüsü yerleşti hemen soytarının benliğine...
Bir gece tam yatacakken hizmetkarlar soytarıyı çağırdı. Kralın emriydi gelip Prensesi güldürecekti. Akşamın bu vaktinde! Üzerindeki gecelikleri bile değiştirmesine izin vermeden Kralın huzuruna götürdüler soytarıyı. İlk defa utanıyordu!
Büyük bir kahkaha duyuldu. Kral değildi. Bir kadın sesiydi. Evet evet prensesti. Soytarıyı görmüş ve kendini tutamamıştı. Soytarı uzun süredir ilk defa bu kadar içten bir kahkaha duyuyordu. Sesin geldiği yöne baktı. Kahverengi gözler, simsiyah saçlar, beyaz bir ten ve içten bir gülümseme. Yok olamazdı, bu kişi prenses olamazdı. Kafasındaki prenses bu değildi, böyle babadan böyle bir kız olamazdı. Ama düşünceleri yersizdi; çünkü o prensesti ve tüm zarafetiyle karşında ona bakarak gülüyordu.
Birden canlandı soytarı. Kendine geldi. Uzun süredir ilk defa gülmek istediğini fark etti. En iyi numaralarından bazılarını sıraladı. Prenses resmen kendinden geçmişti. Uzun süredir böyle mutlu bir insan görmüyordu soytarı. Bu gece bitmemeliydi. Ve kulakları tırmalayan Kralın sesi duyuldu. Yatağına dönmeliydi. Hiç gitmek istemiyordu, uyumak istemiyordu. O gözlere bakmak, o kahkahaları duymak istiyordu. Galiba ilk defa bir kadını hiç sıkılmadan izlemek istiyordu; ama onun istekleri hiç bir zaman gerçekleşemezdi.
O gece hiç uyumadı. O gözleri, o teni nasıl unutup da uyuyabilirdi ki? Sabahı iple çekti, tek dileği prensesin artık odasından çıkması ve sarayda zaman geçirmesiydi.
Kahvaltı masasına gittiğinde ilk defa bir dileğinin gerçekleşmiş olduğunu gördü. Prenses oradaydı, bütün zarafetiyle...
Neşesi yerine geldi, yine isteyerek gülüyordu çok eskiden olduğu gibi...
Kahvaltıdan sonra kralın emri ona iletildi. Prensesin isteği üzerine zamanını prensesin yanında geçirecekti ve onu eğlendirecekti. İlk defa kralına sevgi duydu, ilk defa bir emri yerine getirmek için sabırsızlanıyordu.
Ve beklenen zaman geldi. Soytarı ve Prenses bir aradaydı. Bu nasıl bir güzellikti böyle. Kendine ne olduğunun farkında değildi. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyordu. O bilmiyordu ama aşık oluyordu. Hatta olmuştu bile. Tek isteği ise bir saniye bile prensesin yanından ayrılmamak, ondan uzaklaşmak zorunda bile olsa kıyıdan köşeden bile onu görebilmek, varlığını hissedebilmekti.
Yine zaman akıp geçiyordu; ama bu sefer zamanın geçmesini hiç istemiyordu. Ne lanet bir şeydi bu zaman neden böyle hızlı akıp gidiyordu. Neden bir anda akşam oluyordu? Neden sabah olmak bilmiyordu? Neden bu kadar acımasızdı!
Artık istediği için gülüyor ve güldürüyordu. Bütün içtenliğiyle gülen o yüzü ise her saniye görmek istiyordu. Bütün iyi numaralarını sergiliyor, prensesi şaşırtan sürprizler yapıyor onu hayrete düşürüyordu. Bundan ise ayrı bir tat alıyordu. Tanımını bilmediği aşkı yaşıyordu ve bu ateşin sönmesine izin vermeyecekti.
Zaman bütün acımasızlığı ile bir çırpıda akıp giderken kötü haber duyuldu. Prenses yine ülke dışına gidecekti ve ne zaman geri döneceği belli değildi. İçinden bir ses onuda götürebileceğini söylüyordu. Duyumlarına göre de prenseste bunu babasına dile getirmişti; ama babası karşı çıkmıştı. Yine kin besliyordu krala, hemde kinlerin en büyüğünü!
Yalnızken içinden hiç bir şey gelmese de, artık hiç gülmeyeceğine kendini şartlandırsada prensesi görünce bir buz gibi eriyor ve bütün düşünceleri yok olup gidiyordu. O ne dese yapıyor, onun için yaşıyordu.
Yalnız kaldığı zamanlarda ise prensesin burada kalması gitmemesi için planlar yapıyordu. Bunun ise tek yolu vardı. Kral ölecek ya da öldürülecek Prenses ise ülkenin başına geçecekti! Bunun planlarını yapmaya başlamıştı bile.
Prensesle birlikteyken aklına hiç kötülük gelmiyor, sadece anın güzelliklerini yaşıyordu. Geceleri ise planlarını oluşturuyordu. Kral ölecek Prenses ona gülecekti. Çünkü hissediyordu prenseste ondan hoşlanıyordu. Hem hoşlanmasa neden onunla konuşsundu, neden ona dertlerini anlatsındı, neden onunla gülsündü, neden ona sevgiyi, aşkı anlatsındı, neden ama neden aşık olup olmadığını sorsundu? Artık aşkın tanımını da biliyordu yüreğindeki hissin anlamını da. Aşk!
Prenses ertesi gün yollara düşecekti. Gidiyordu. Her şey bitiyordu. İlk defa üzgünken, hüzünlüyken zaman hızlı geçiyordu. Acımasız zaman. Ama artık planını oluşturmuştu. Büyük gün bugündü. Plan netti. Kralın içkisine zehir katacaktı ve ölümünü büyük bir keyifle izleyecekti.
Akşam yemeğinde bir an ortadan kayboldu ve son içkiler gelmeden mutfakta kralın kadehine zehiri boşalttı. İlk defa cüce olması işine yarıyordu. Kimse onu fark etmemişti. Şimdi ise oturup en içten gülüşünü gerçekleştirmeyi bekliyordu. Masadaki yemekler kalktı. Keyif içkileri geldi. Çok heyecanlıydı. Zaman zaman prensesle göz göze geliyor, yine mest oluyordu. 1-2 saniye yetiyordu soytarıya. Prensesin gözlerine bakabileceği 1-2 saniye.
Ve kral kadehini eline aldı. Ayağa kalktı. Herkes saygıyla ayaklandı. Kızının nişanlısının yanına gideceğini ve bunun için çok mutlu olduğunu söyledi. Bu vesileyle de bütün kraliyet halkının kızının nişanlı olduğunu öğrenmesini sağladı. Prenses nişanlı mıydı? Neden bundan haberi yoktu! İlk defa prensese bakarken gülümseyemiyordu. Kral sözlerinin ardından kadehini kaldırdı ve ağzına doğru götürmeye başladı.
Prenses ise elini babasının koluna atarak onu durdurdu. Herkes şaşkınlık içerisinde onlara bakıyordu. İçkiyi elinden aldı. Babasına sus işareti yaparak soytarıyı çağırdı.
Ne oluyordu! Neler oluyordu! Prenses onun planını anlamış mıydı?
Soytarı prensesin yanına geldi. Kadehi ona uzattı. Bu kadehten sadece iki yudum almasını emretti! Daha fazla içmemeliydi. Soytarı, Krala baktı. Tepki yoktu. Mecbur içecekti. Prensesin gözlerine baktı, bu sefer korku hissetti. Gözlerini yumdu, emredildiği gibi iki yudum aldı. Sanki cam parçaları yutuyordu. Bile bile ölümünü içiyordu. Ama o bir köleydi ne denilirse yapmak zorundaydı. Şarap boğazından aktıktan sonra Prenses kulağına eğildi ve bir şeyler fısıldamaya başladı :
"Bir kadın senin şaraba döktüğün zehirden daha zehirlidir. Bunu istediği gibi kullanabilir. Kimi, neyi isterse elde edebilir veya istediği gibi kullanabilir. Senin aşkını anlamayacak kadar saf olmadığımı hissetmişsindir; ama sen benim seni sadece kullandığımı anlamayacak kadar saftın. Her esprinde kendini ele verdiğinin farkında değildin. Çünkü aşk seni esir etmişti kendine. Benim için sadece zaman geçirme aracıydın, eğlence. Bunu anlamayacak kadar gözü kördün. Ben ise senin niyetini anlayabilecek kadar görmüş geçirmiş. Sen aşkı ararken, beni isterken ben sadece zaman geçirmeyi düşündüm. Sen hiç mi aynaya bakmadın, kendine bakmadın be cüce? Sen cin olmadan adam çarpabileceğini mi sanıyordun? Babamı sana tercih edebileceğimi mi düşündün? Seni yanımda ülke dışına götüreceğimi mi hayal ettin? Sen görünmez olduğunu mu düşündün şaraba zehiri boşaltırken? Sen sadece bana aşık oldun ve aşık öleceksin. Deli cüce, akılsız cüce..."
ama Soytarı çoktan ölmüştü. Onun ufak bedenine iki yudum bile fazlaydı. Prensesin bilmediği tek şey ise buydu.
Soytarı ise mutlu bir şekilde ölmüştü.
İçinden geçen tek cümle ise "Ya sevdiğinle birlikte ölürsün ya da sevdiğinin elinden ölürsün. Mutluluk burada gizlidir..."
NOT : Kurum-kuruluş, kahraman-kahramanlar, hikaye-hikayeler tamamen fantezi ürünüdür; ama hiç bir shop’ta satılmaz. Sadece Soytarı olmak gerçekliktir, aşk ise muallaktır...
0 yorum:
Yorum Gönder